Akil bildirisi tartışılıyor

Akil bildirisi tartışılıyor
Güncelleme:

Kadir İnanır'ın çağrısıyla toplanan akillerden bazıları bildiriyi imzalamadı. İmzalamayanlar arasında Hilal Kaplan da var. Fehmi Koru ise imzaladı. Peki imzalamayanların gerekçesi ne?

Hafta sonu 28 ismin davet edildiği, 10 kişinin katıldığı ve 20 kişinin imzaladığı ‘Akil İnsanlar’ toplantısı kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. ‘Akil İnsanlar’ heyetinde yer alan isimlerden Habertürk yazarı Fehmi Koru, “Silahlar derhal susmalı” başlıklı açıklamaya imza atmasını “Meslek hayatımının neredeyse bütününü teşkil eden bir süre içerisinde ülkenin nefesini kesen, 40 bin canını alan ve kimbilir ne kadar maddi kayba yol açan en çetrefilli sorununun çözümünde katkım olsun diye” sözleriyle gerekçelendirdi.

Bildiriye imza atmayı reddeden Sabah yazarı Hilal Kaplan ise “Sivillerin imzaladığı bir metnin, 'silahlı örgüt lideri' Öcalan'dan bile geride kalması esas sorundu. Zira yaşadığımız üç yıldan sonra PKK'ya 'sınır dışına çekil' çağrısında bile bulunamayan bir 'sivil' sözün, PKK'ya sınır dışına çekilmekten öte, silahsızlanma kongresini toplama çağrısında bulunan 'örgüt lideri' kadar bile olamaması kabul edilemez” dedi.

Fehmi Koru'nun Habertürk gazetesinin bugünkü (3 Ağustos 2015) nüshasında yayımlanan, "İmzalarımızın değeri" başlıklı yazısı şöyle:

BAZILARINA gereksiz görünebilecek mesleki hassasiyetlerim var benim: Kendimi bildim bileli meslek dışı görevler üstlenmekten kaçındığım gibi gazetecilik örgütleri dışındaki derneklere, örgütlere de katılmadım; ricaları kırma pahasına hiçbir ortak metne imza vermedim...

İsteyen dilediği derneğe ve örgüte katılabilir; bir metne imza vermek kadar onu imzalamayı reddetmek de teklifle karşılaşanın hakkıdır.

Her iki hassasiyetimin birer istisnası var: Önce “çözüm süreci” için oluşturulan“âkiller heyeti” içerisinde yer aldım; dün de o sürece katılmış bazı dostların talebi üzerine ortak bir metne imza attım.

Neden?

Basit bir sebepten: Meslek hayatımının neredeyse bütününü teşkil eden bir süre içerisinde ülkenin nefesini kesen, 40 bin canını alan ve kimbilir ne kadar maddi kayba yol açan en çetrefilli sorununun çözümünde katkım olsun diye...

Ufak da olsa katkı, katkıdır...

Silahların susmasına, insanlarımızın hayatlarını kaybetmemesine yarayacak başka ciddi talepler olduğunda onlara da kulak verebilir, katılabilirim...

Adı “barış süreci” konulan girişim, yakın zamana kadar, bayağı işe yaradı. 2009 yılından sonra, PKK, girişime cevap olarak “çatışmasızlık” ilan etti; neredeyse her gün ülkeyi yasa boğan çatışmalar ve sonucunda düştüğü yeri yakan teröre bağlı ölümler bıçakla kesilmiş gibi bitti.

İnkâr eden çarpılır.

Çatışmasızlık ortamı etkisini ülkenin her köşesinde ve her alanda belli etti. Aileler evlatlarını askere daha az endişe duyarak gönderdi; memurlar görevlendirildiklerinde ülkenin her köşesine sevinerek gider oldu; çocukları dağda bulunan aileler onlara kavuşacakları günü saymaya başladı.

Barış sürecinin ekonomi üzerindeki müthiş canlandırıcı etkisini de unutmayalım...

En önemlisini sona sakladım: Türkiye, uzun yıllardır ilk kez, kendi sorununu başkalarına ihale etmeden, kendi öz imkânlarını kullanarak ve hiçbir baskı altında kalmaksızın çözebileceğini dünya âleme göstermeyi becerdi.

Uzun yıllardır ilk kez...

Şimdi ise, arada her bakımdan yararlı böylesi bir devir yaşanmamış gibi, yeniden o eski çatışmalı günlere dönülme riski var ve kalıcı olması umulan barışın yerini kalıcı bir savaş hali alacak gibi...

Her gün bir yerlerden kafasını uzatıyor terör ve ülkeyi 30 küsur yıl boyunca etkisi altına almış o “çözümsüzlük” hali yeniden günü belirliyor.

Devam etsin mi bu hal, en değerli kaynağımız olan genç insanlarımızı teröre kurban vermeye, zaten az olan imkânlarımızı savaşta harcamaya devam mı edelim, yoksa çatışmasızlık halini sürdürebilmenin yollarını aramakta ısrarcı mı olalım?

Bu soruya her zaman aynı cevabı verdim, bundan sonra da cevabımın değişeceğini sanmam.

Elbette devlet sorumluluğunu taşıyanlar bizlerden farklı güdülerle hareket edebilir, ediyorlar da; ancak onların da sivil kesimden yükselen taleplere kulak vermesi gerekir... Devlet adına hareket edenlerin kendi kavgalarını sivil kesime taşımaları, herkesin onların arzuları istikametinde tavır almasını istemeleri ise kabul edilemez.

Gayretimiz çocuklar ölmesin istikametindedir.

AK Parti hükümeti “Gelin, bu süreçte sizlerin de katkısı olsun” dedi, “âkil insanlar heyeti”ne koşarak gittim. O çabamızın şu sıralarda boşa çıkarılmak istendiğini fark edenlerin “Gelin, bu yanlış gidişi durduralım” talebine de imzamla destek verdim.

Şerefle...

Hilal Kaplan: Bence akil olan...

Hilal Kaplan'ın Sabah gazetesinin bugünkü (3 Ağustos 2015) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:

İki gün önce, 63 kişilik Âkil İnsanlar Heyeti'nden 10 kişilik bir grup toplandı ve ortaya çıkan metne 20 âkil imza attı. Katılan pek çok arkadaşın iyi niyetinden eminim ama madem işin içine 'akil' sıfatı karıştı ve madem Cumhuriyet gazetesi dün ben, Yıldıray Oğur ve Can Paker'i 'barış istemeyen âkiller' diye hedef gösterdi, mecburen eleştirilerimi dile getirmek zorundayım.

Öncelikle söz konusu metin, on yıl önceki çatışma ortamında da, herhangi bir sivil toplum örgütünün yapmış olabileceği çağrının hemen hemen aynısıydı. 'Silahlar sussun, barış konuşsun' şeklinde özetlenebilecek metin, son 3 yıldaki paradigma değişikliği ve gelinen noktayı ıskalıyordu.

Sivillerin imzaladığı bir metnin, 'silahlı örgüt lideri' Öcalan'dan bile geride kalması esas sorundu. Zira yaşadığımız üç yıldan sonra PKK'ya 'sınır dışına çekil' çağrısında bile bulunamayan bir 'sivil' sözün, PKK'ya sınır dışına çekilmekten öte, silahsızlanma kongresini toplama çağrısında bulunan 'örgüt lideri' kadar bile olamaması kabul edilemez.

PKK'nın sınır dışına çekilmesi, herhangi bir barış girişiminin birinci hedefi olmalıdır. Çünkü PKK'nın sınır dışına çekilmesi, barış sürecinin tali bir adımı değildir, esasta sorun yaratan kısmıdır. Bu yüzden Öcalan, Mart 2013'te süreci bu çağrıyla başlatmıştır.

Metinde, "Basından kanaat önderlerine, siyasi iktidardan muhalefet partilerine kadar her anlamda siyasetin hareket alanını boğacak tüm önerilerden kaçınılmalı" deniyor. Güzel, peki esas siyasetin alanını boğan PKK'nın silahlı saldırılarına ilişkin neden bir kelime dahi yok? PKK'ya yakın duran gazeteciler bile PKK saldırılarının HDP'nin %13'lük seçim başarısını gölgelediğini söylerken, bu cümle içinde PKK, 'siyaset alanını boğan bir fail' olarak neden geçmez?

Ayrıca barışın öznesi olmak isteyenler, savaşın öznelerine karşı da cesur olmalılar. Hâlbuki savaşla ilgili tüm cümlelerde PKK özenle saklanmış.

Mesela şöyle deniyor: "Silah ve şiddet perdesi yeniden açılmış ve savaş kapımıza yeniden gelmiştir." Allah Allah, nasıl gelmiş savaş kapımıza acaba, leylekler mi bırakmış onu da?

Savaş kapımıza geldi çünkü ilk silahı PKK ateşledi. Savaş kapımıza geldi çünkü ateşkesin bittiğini ilk PKK açıkladı. Savaş kapımıza geldi çünkü ilk savaş çağrısını PKK yaptı.

Hatırlatalım, 11 Temmuz'da KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, sulama baraj yapımını bahane ederek ateşkesin bittiğini açıkladı. 15 Temmuz'da KCK diğer Eş Başkanı Bese Hozat, 'artık devrimci halk savaşı zamanı' dedi. 20 Temmuz'da, DAEŞ'in canlı bomba saldırısıyla Suruç'ta 32 kişiyi katlettiği gün PKK da saldırdı ve önce bir askeri öldürdü. Ardından uykularında iki polisi ve aynı gün İstanbul ve Adana'da iki sivil, silahsız vatandaşı öldürdü. 'Savaş kapımıza geldi' deyip geçmek bu zulümleri görünmez kılmaktan başka neye yarıyor? Yarın öbür gün süreç başlarsa bu hatalardan ders alınmasını sağlayacak olan bu tutum mudur?

Cumhuriyet gazetesine gelince... Biz Âkil İnsanlar Heyeti olarak barıştan başka hiçbir karşılık beklemeden, binlerce kilometre yol kat edip, linç girişimlerine maruz kalırken ve istatistiklere göre halkın çözüme desteğini %20 artırmışken, Cumhuriyet'te de "Yandaşlar tayfası bir araya gelmiş. Dincisi, tarikatçısı, sözde liberalleri kucaklaşmış. Tetikçiler kadroda hazır ola geçmiş. Kimse kimseyi kandırmasın, kimse bunu yemez!" başyazıları yayınlanıyordu! "Dinci AkaPe'yle barış değil, tek adamlık rejimi geleceği" hemen hemen tüm köşe yazılarının ana ekseniydi.

63 âkilin içinden sadece 20'si imza vermişken, benim de dahil olduğum üç kişiyi Cumhuriyet'in seçip hedef göstermesi, söylemediğim gerekçeleri ağzıma tıkaması, en asgari gazetecilik gereği haberi doğrulatmak için beni aramamış olmaları da ahlaki düzeylerinin kanıtı.

İnsanlar bir imza kampanyasına imza verebilirler de vermeyebilirler de. Garip olan 'neden imza vermedin?' diye hedefe konmamızdır. Bu faşizan haberciliğin derdinin de barış olmadığı açıktır.

Barthes'ın dediği gibi "Faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir."