'Bir tuhaf yiğidim aslanım'

'Bir tuhaf yiğidim aslanım'
Güncelleme:

O bir eski ulusalcı, o bir ego yumağı, o bir sabık Genel Yayın Yönetmeni…

Genel yayın yönetmenliğinden alındığında yavru vatan ve anavatan Türkiye\'de coşkulu kutlamalar yapılan \'bir tuhaf yiğidim aslanım\'

Söz, jöle esprisi yapmayacağız! Ama konuya açıklık getirelim: “Benim saçlarım çok dalgalı, bıraktığımda inanılmaz şekilde kabarıyor.” Küçük dilinizi yuttunuz değil mi? “Fönle çok uğraşıyorduk, jöle pratik, iki dakikada hazır oluyor.” Bunca jöle esprisine Yiğit Bulut’un cevabı bu. Artık susalım, çünkü Yiğit Bulut öyle küçük meselelerin adamı değil. O bir ekonomist, o bir borsacı, o bir köşe yazarı, o bir eski ulusalcı, o bir Türk milliyetçisi, o bir Atatürkçü, o bir doğru yol gösterici, o bir ego yumağı, o bir akil adam ve bir sabık Genel Yayın Yönetmeni… Geçen hafta Habertürk Televizyonu genel yayın yönetmenliği’nden alındığında (kovulduğu değil, lütfen çok ayıp) yavru vatan ve anavatan Türkiye’de coşkulu kutlamalar yapılan “bir tuhaf yiğidim aslanım”.

Radikal suçluluk
Onunla tanışmanız bizim günahımız. 11-12 sene önce ilk ekonomi yazılarını Radikal’de yazmıştı. Ekonomiden zırnık anlamadığımız için doğru mu yazar, bilemedik. Ama bir gün rüyasında Atatürk’ü gördüğünü ve nasıl da hislendiğini okuduğumuzda istidadının parlak olduğunu kavrayabilmiştik. Nasıl parlak olmasın, bakınız şu özgeçmişe: 72 Keşan doğumlu Yiğit Bulut’un babası Edirne milletvekilliği yapmıştı zamanında. Lise desen Galatasaray, üniversite desen Bilkent, yüksek lisans desen Sorbonne. O da yetmemiş, bahtı ona yine sabık bakanlardan Namık Kemal Zeybek’in damadı olma kısmetini vermiş. (Gerçi Şule Zeybek’ten 2010’da boşanınca kadını çileden çıkartmıştı ya, geçelim, özel hayat!)
Radikal küçük gelince ve sadece ekonomi kesmeyip aklının hepsini bizimle paylaşmaya karar verince dedi ki ver elini Vatan. Tabii yanına Referans’taki yazıları da katalım. Tamam, ekonomiden anlamıyoruz ama okuduğumuzu anlıyoruz. Yiğit Bulut, sürekli felaket senaryoları yazıyor, yerleşik düzene (acaba nedir nedir?) veriştiriyor, hükümetin politikalarına burun kıvırıyor, en şahanesinden akılları veriyor, “uyan ey halkım, vatan satılıyor” naralarını atıyor, sonra da olayı başka ülkelerin Türkiye üzerinde zıplayan parmaklarına ve tam bağımsızlığa getirip “kahrolsun yerleşik düzen”e bağlıyordu.

Yerleşik sistem kovalayıcısı
80’lerde donup kalmış haliyle CNN’de de arzı endam edip gül cemalinden bizi mahrum bırakmıyordu, şükürler olsun. Sınıfın en çalışkan, en akıllı, en gürbüz öğrencisi edasıyla konuklara saç baş yoldurtabilecek kapasitesi vardı, Allah için. Ama sınıfın bilgiç çocuğunu kesmez bunlar! Doğan Grubu’ndaki “yerleşik sistem”, hazretlerin önünü tıkayınca ipler koptu. “Hayatımın sonuna kadar orada işimi yapabilirdim. Sonuçta insanın rahatsızlığı, vicdanı var. Daha fazla orada kalamayacağımı düşündüm.” Bir anda Habertürk’ün tepesine sıçrayıverdi. “Turgay Ciner’in kabul etmesiyle bu misyonu üstlendim. Habertürk gelişmeye çok müsait bir yapı. Dolayısıyla benim yapıma da uygun. Her sabah kalktığımda yeni bir dünya kurmak için kalkarım.”

Tabii vicdan, misyon ve her sabah yeni bir dünya kurmak bardakta durduğu gibi durmuyor. Ondan sonra seyreyleyin performansı. Yiğidimizin durdurulması ne mümkündü! Neredeyse her programda olması yetmiyormuş gibi ana habere bağlanıp demeç veriyordu. Demeçler yetmeyince gazetedeki köşesinden sesleniyordu. Kuantum fiziğini de biliyordu, evrim teorisini de; siyaseti de, sanatı da, bedelli askerliği de, AB ilişkilerini de. Aklımızdan utanıyorduk billah! Ama en iyi performansını daha önce yaylım ateşine tuttuğu hükümete karşı sergiliyordu. Bir sevgi seli halinde...
Diyenlerin yalancısıyız, 180 derece bir dönüşmüş bu. Hele de Başbakan’ı konuk ettiği referandum öncesi bir programı var ki… Sorular şahaneydi hakikaten, en can alıcısını yazıp geçelim: “Sayın Başbakanım, siz niye bu kadar başarılısınız?” Daha ne sorsundu adam canım?

Sürekli şikâyet
Ahu Özyurt’u işten çıkarttığı, spikerlere göğüs çatalınızı gösterin diye direktifler verdiği dedikodularını biliyorduk ama artık daha büyük oynuyordu. Mehmet Ali Birand’ın bir yazısından Başbakan’ın gazeteciler ve medya yöneticileri ile yaptığı toplantıda Kandil Dağı’nda PKK’lılarla konuşan Hasan Cemal’i Başbakan’a şikayet ettiğini anladık. Aynı toplantıda yiğit kardeşimiz “Televizyonları denetleyen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu gibi bir Medya Üst Kurulu oluşturulsun ve bu kurul internet medyası ile gazeteleri denetlesin!” demiş diye duyduk. E insanın programının adı ‘Sansürsüz’ olursa, bunu da isteme hakkı olur değil mi ama? Allah yüzümüze baktı da Başbakan ciddiye almadı. Ama o bir hayrandı. Bakınız farklı üç röportajda ağzından dökülenler:

“Başbakan’ın hayatı anlama, algılama tarzı değişik. İnatçı yapısı, kimseye itaat etmemesi, dik başlı olmasıyla -ki bunların hepsi bende de var, belki de o yüzden kendime yakın görüyorum- Türkiye adına umut olarak ortaya çıkıyor.” Vay arkadaş! “Türkiye’de gerçekten yerleşik bir Ergenekon var: Siyasi, finansal, medya, magazin Ergenekon’u var. AK Parti bunları ilk defa yerinden oynatmaya başladı.” Ve son inci: “Sen sonuçta bir gazetecisin. Sen haber yaparsın ve fikrini söylersin, sonra da kenara çekilirsin. Sen hükümet kuramazsın, devlet yönetemezsin. Köşe yazarı akıl veriyor... Sen kimsin? Haddini bil! Gazeteci haddini bilmelidir. Türkiye’de medyada inanılmaz bir şımarıklık vardı. AK Parti, Başbakan bu nedenle taşları yerine oturtuyor.” Haddimi iki dakka kullanıp çıkacağım Sayın Başbakan sözcüsü. Bir de şöyle bir şey vardı, onu hatırlayabilecek misiniz? Gazeteci güçlünün değil, güçsüzün yanında olmalıdır. Varlık nedeni de budur.

Nazan Özcan/Radikal