Metin Uca'dan bomba açıklamalar

Metin Uca'dan bomba açıklamalar
Güncelleme:

Metin Uca bir süredir ortalarda görünmüyordu. Sözcü gazetesine konuşan başarılı gazeteci medyayı ve memleketin içinde bulunduğu durumu çarpıcı ifadelerle anlattı.

‘Alexander Telefonu Kaldır’ isimli tek kişilik gösterisi ile izleyiciyi 1800’lü yıllara götüren Metin Uca, gelişen teknoloji ile yaşadığımız iletişim kopukluğunu sahneye koyuyor. Kitaplarında ve oyunlarda çok sık değindiği ‘dil’ sorununu ve ikili ilişkileri ele alan Metin Uca ile, gazetecilik yıllarından tiyatroya, hayvan ve insan haklarından 16 Nisan referandumuna kadar uzun uzun konuştuk.

Gelişen teknoloji ile yozlaşan dili ve kültürü işliyorsunuz. Sahnede de, kitaplarınızda da, sosyal medyada da en titiz davrandığınız konu bu. Böyle bir farkındalık yaratma çabasına gelen tepkiler nasıl ?


İnsanlar, ikinci bir ekranla kendilerine dayatılan bir dünya yaşıyor. Sosyal medyayı önemsiyorum fakat bu ortamı akılcı kullanmayı tercih ediyorum. Eğlencesini de gözardı etmeden, yeniliklerinden faydalanarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Yakın tarihte sosyal medyada bir oyun hazırladım ve 140 bin kişi oynadı. Ünlülerin, tarihçilerin, siyasetçilerin gaflarından oluşan bu oyunda da yaptığım bütün işlerde de; ben de dahil olmak üzere size söylenen her şeye soru işaretiyle bakmanız gerektiğini anlatmak istedim. Bizi hiç kimsenin aptal yerine koymaya hakkı yok. Bu nedenle hep bir ayna tutmak istedim. Kara mizahı balık hafızalı olmaya karşı kullanıyorum. Dolayısıyla bu farkındalığı görmek beni de çok mutlu ediyor.
Metin Uca’yı yarışma programlarında tanıdı insanlar. Sizi en çok ekranda olmak mı, sahnede olmak heyecanlandırıyor?
Ben kendimi hem anlatıcı olarak tanımladım. Ülkenin her yüzünü görmüş bir adam olarak mizah yoluyla, soru işaretlerini de çoğaltarak anlatmaya çalışıyorum. Bunu bir gazeteci, yazar ya da sunucu olarak yapmıyorum. Her toplumsal kesimden insanı, eğlendirirken sorgulamaya itiyorum. Bir anlatıcı olarak sahnede olmak elbette daha keyifli.

DİNSEL, CİNSEL, KİŞİSEL HAKLARIMIZ VAR”
Mizahın, bireyi harekete geçirmedeki rolü nedir ?
Ben daha çok her bireyin kendini özgürce ifade edebileceği bir yaşamdan yanayım. Kırmızı çizgilerimiz vardır. Dinsel, cinsel, kişisel haklarımız vardır. Evrensel insan haklarına aykırı her olguya karşı mizahı kullanmaktan yanayım. Bunun izdüşümünü ben de bilemem. Beni en çok ilgilediren kısım bütün bu ihlalleri hatırlatmak.
Devletin, tiyatrolara yeterli bütçeyi ayırdığını düşünüyor musunuz?
Ömrünü tiyatroya vermiş ustaların daha çok söyleyecekleri vardır eminim. Ben artık, ‘Köstek olmasın yeter’ noktasındayım. KDV oranlarının düşürülmesi gerekiyor. En önemlisi, herkese eşit davranılmalıdır.

“MUHALİF OLMAK HAİNLİK OLARAK ALGILANIYOR”
Böyle bir süreçte zor olmuyor mu mizah üretmek?
Mizahın kendi türünü yitirme sınırına gittiğini görüyor ve üzülüyorum. Her toplum, değişik dönemlerde delirme evreleri yaşayabilir. Yok edici bir süreçten geçiyoruz. Kimseni kimseyi anlamaya, dinlemeye, empati kuramaya zamanı ve tahammülü yok. Eleştiri, oyunbozanlık olarak kabul ediliyor. Muhalif olmanın düşmanlık, hainlik olarak algılandığı bir yere doğru gidiyoruz. Bundan kurtuluşu da aynı argümanlarla aradığımız için adına delirme evresi diyorum ve bu süreç hepimiz için geçerli.
 

“EMPATİYİ HATIRLATMAYA ÇALIŞIYORUM”
Nasıl kurtulabiliriz bu evreden?
Küçücük çocuklara tecavüz edenlere ses çıkarmayıp, İzmir’de duran heykelin uzvudan rahatsız olup, o heykele saldıranın aklını da anlamaya çalışıyorum bir yandan. Sanatsal bir objeden rahatsız olan zihniyetin barış ve kardeşlik gibi değerleri yok edişini görmek çok travmatik. Üstelik bu tür saldırıları yaparken büyük bir doyuma ulaşıyorlar. Delirmenin başka bir ayağı da örgütlü cehalet. Ve ne yazık ki buna katıldığınızda çok daha kolay hareket ediyorsunuz. Kendi kutsal kitabının bile kendi dilinde okunmadığı bir ülkede bilincin dilini anlamaya ve değerlendirmeye çalışıyorum. Özellikle çocuklar ve kadınlar, kendi kimliğini tanımamış olanlar, arada sıkışmış olanlar, sendikasız, asgari ücretle çalışanlar, eşcinseller, dinsizler, sosyalistler hatta sosyal demokratlar büyük acılar yaşıyorlar. Ciddi bir sıkıntı ve baskı yaşıyorlar. ‘Yüzde 51’in dışında kalanlar yok sayılamazlar. Bu tarz evrelerde en hızlı gelen toplumsal ayrışmadır, acıdır. Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra istenilen ‘tek başına yönetim’ ve sözde istikrarın savaş koşullarıyla dayatıldığı bu korkulu dönem hepimizi hırpaladı. Yılbaşı gecesi profesyonel bir katil 35 kişiyi katletti. Bunun gibi birçok örneğini yaşadık. Böyle sancılı süreçlerde; yaşam sevincini, gülme alışkanlığını kaybetmiş bu toplumu güldürmek beni biraz rahatlatıyor. En çok ihtiyacımız olan şeyi, empatiyi hatırlatmaya çalışıyorum.

“BAŞKANLIK SİSTEMİNİ, DOĞRU BİR YÖNETİM BİÇİMİ OLARAK GÖRMÜYORUM”
Sosyal medyada da ikiye bölündü insanlar… Siz ne düşünüyorsunuz Başkanlık sistemine ilişkin ?
İnsanların düşüncelerini açıklamalarını dürüstlük olarak görürüm. Ben Başkanlık sistemine, öznesi Cumhurbaşkanımız olduğu için değil, sağlıksız bir yönetim biçimi olduğunu düşündüğüm için karşıyım. Tek başına herhangi birine bu yetkinin verilmesine karşıyım. Doğru bir yönetim biçimi olarak görmüyorum. Bu bir Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı değil. Bu yetki kimin eline geçerse geçsin güç sarhoşu olur. Hukuk sisteminin bütün yetkilerden üstün olduğu bir yönetimin yanındayım ben. HSYK’ya yüksek makam tarfından atanan FETÖ’cülerin değil, ilkeleri için çalışan savcıların gerekliliğine inanıyorum. Yakın zamanda yaşadığımız çirkin darbe girişiminden sonra, en çok yitirdiğimiz şey adalet duygusuydu. Birine destek vermek, onu sevmek başka bir şeydir, ilkelerinin olması ve yaşamı ilkeler üzerine idame etmek başka bir şeydir. Tekrar söylüyorum; benim tavrım Recep Tayyip Erdoğan’a değil; o makama gelen kim olursa olsun uygulayacağı diktatörlüğedir. Çok sesli bir meclisin gerekliliğine inanıyorum. Ve oy kullanacak herkesin ne karar verirse versin, bu sistemi madde madde okuması gerektiğini düşünüyorum.

Neredeyse 30 yıl önce gazetecilik yapmış biri olarak, gazetecilere ve yazarlara uygulanan muameleleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
9000 gazetecinin işsiz olduğu bir ortamda, tuhaf bir biçimde ortaya çıkmış, palazlanmış, şişirilmiş, televizyon programlarında boy gösteren bazı ‘şey’lerin olduğunu görünce hayal kırıklığı yaşıyorum. Adlarına gazeteci bile demek istemiyorum. Yazarından çizerine, muhabirinden program sunucusuna kadar herkese uygulanan büyük bir kıyım var. “Alo Fatih” örneğinden de hatırlayacağımız gibi, her şeyi yönetmeyi seven bir Cumhurbaşkanımız var. Medya patronlarının kimlerden talimat aldığı ortada. Hâl böyle olunca da olan, işini hakkıyla yapan masum insanlara oluyor. Gazetecilikte ısrarcı olsaydım, mühendis olarak devam ediyor olabilirdim. Tiyatro eğitimimle bir yerde oyunculuk yapmaya çalışırdım.

“ELEŞTİRMEK, TÜRKİYE’DE SUÇ UNSURUDUR”
Binlerce gazeteci bugün farklı alanlarda iş bulmaya çalışıyor. Bu işin özgürce yapıldığı alanlar giderek daralıyor. Nitelikli insanların gelecek kaygısı yaşadığı bir ortamda en büyük şansım, bu işi 30 yıl önce yapmış olmam. Editöryal bağımsızlığa ve toplumsal hassasiyetlere önem veren insanlar vardı o dönem. Kabataş yalanını, onlarca gazetecinin aynı başlıkla yazması, bu yalanı söyleyen kadının ortalıkta gazeteciyim diye dolaşıyor olması çok acı. Böyle örnekler de o 9000 gazetecinin bu işi ne kadar onurlu yaptıklarını gösteriyor. Medya da zor bir dönemden geçiyor. Bizim dönemimiz, gaflarıyla güldüren siyasetçilerle geçmişti. Bir dönem Tansu Çiller eliyle ‘Bacı Tv’ gibi programlarla yayıncılık ilkesi ayaklar altına alınsa da hiçbir zaman kurumsallaştırmadılar. Medya patronunu ağlatmadılar. Biz elimizdeki malzemelere güvenerek eleştirebiliyorduk özgürce. Şimdi yapın bakalım yapabiliyor musunuz? Şimdiki Türkiye’de suç unsurudur eleştirmek.

RÖPORTAJIN DEVAMI İÇİN TIKLAYIN